Genç Bir Öğretmenin Hatıraları Arasında…

BEŞYOL DUYGULARI. İslambol- 3 Temmuz 1982 Ramazanın onuncu günü 30 yaşlarımda (40 yıl önce ). Kendimle yazı sohbetlerine ara vereli 33 ay olmuş. Belki de bu 33 ay içinde 30 yaşıma kadarki hayatımın en dolu, tehlikeli, mesuliyetli, sıkıntılı olaylarını yaşadım. 33 ay içinde 5 okul değişikliği. Kütahya, Bilecik, Bozüyük ve İstanbul'da anarşi denen kanlı günlerden sinsi huzura, akıl almaz dersler, kurslar, imtihanlar, tayinler, stajlar, resmi işlemler, sıkıyönetim, müfettişler, tahkikatlar, sorgulamalar, mahkemeler, isnatlar, ithamlar, nakiller, tahrikler, horlamalar, değişen bakışlar, sahte tavırlar, vefasız bencillikler, neler neler . "Onlar da bir şey mi ki ? Dert ettiğin şeylere bak." diyebilecekler daha çok, herkes kendi çektiğini bilir , dilimde dualar : Allah bugünümüzü aratmasın. Her şeyde bir hayır vardır. Allah beterinden esirgesin. Allah çoluğumuzu çocuğumuzu bağışlasın. Herşeyin hayırlısını nasip etsin . Görünmez kazalardan belalardan esirgesin . Elimizden ve dilimizden ve diğer azalarımızdan bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz kusurları affetsin . Şeytanın şerrinden korusun . İlmimizi imanımızı ve irfanımızı artırsın . Helal rızık ihsan etsin . Aklımızı şuurumuzu muhafaza buyursun . Sağlık ve afiyetimizi daim eylesin.Elden ayaktan düşürmesin. Muhannete muhtaç etmesin. Kanaatkar ve tutumlu olmamıza yardımcı olsun . İsraf ve ifrattan uzak tutsun . Vesvese vehim ve telaştan rıza sabır ve iradeye sığındırsın . Asabiyet ve öfkeleri görgü hoşgörü ve sükunete çevirsin . Tehlikenin her türlüsüne karşı dayanma gücü versin .İnsanlardan çok Allahın hükümlerine boyun eğdirsin . Samimi beyanı gayrisamimi sözüne güvenilmezleri samimi sayan bir anlayışla mazlumu yaralayan mahkum eden bizzat hukuka düşman olanları sevindiren haksızlık kararıyla itiraz yolunu da kapalı tutan anlayıştan ve daha beterlerinden de korusun . Biz zayıfız sen büyüksün. Rabbim gücümüzü artır milletimize ümmetimize ve masumlara artık daha çok yardım et, zafere götür. *** HOCAM FARUK KADRİ TİMURTAŞ ÖLDÜ MÜ ? İstanbul-5 Temmuz 1982-Saat 00:15 Evet öldü. Televizyon haberlerinde öğrendik ki; bu değerli, mütevazı, İstanbul Efendisi, Kilisli mütedeyyin aile çocuğu 57 yaşında yakalandığı hastalıktan ve komadan sonra fani dünyadan beka alemine göç etmiş.1969'dan itibaren 4 yıl fakültede Osmanlıca hocamız , 1974'ten bugüne kadar da doktora tez çalışmalarımda hocamdı. Sakin, ağırbaşlı, sesi ahenkli, inançlı, anlayışlı bir insandı. Biz fakültede öğrencisi iken onu yeteri kadar yakından tanıyamadık. Hatta bazı zamanlar onu yadırgadığımız tenkitlerimizde şahsi hislerimizin tesiriyle ölçüyü aştığımız olurdu. Ben onu 1974'ten sonra , sık sık görüştüğümüz , evine gitiğim, misafiri olduğum , konferanslarında yanında bulunduğum sıralarda daha yakından tanıdım, benimsedim, sevdim ve saydım. Beni daima kibar, sıcak karşıladı.Bir evladı imişim gibi yakın davrandı. Ziyaret ve vedalarımda ben elini öperken o da kucaklar, baba şefkatine yakın ilgisini esirgemezdi. Çocuğu yoktu. Belki bu yüzden bizi daha çok benimsiyordu. Üzgünüm ki, vefatından önce ziyaretine gitmeyi geciktirdim. Biraz da rahatsız etmekten çekindim. Ama vefat edeceği nereden aklıma gelebilirdi ki?... En fazla hastalığı uzun sürebilir zannediyordum. Yaşamak için tahminlerde bulunmak ne gaflet! Ölümle ilk defa ninemin vefatında karşılaşmıştım. Daha sonra sevgili, talihsiz 33 yaşında giden genç babam. Sonraları 1969 anarşisinden 1980'e kadar genç insanlar, arkadaşlarım, öğrencilerim İmamoğlu, Sedat, Salih ve diğerleri. Allah kimsenin sevdiğini erken ayırmasın, ölenlerden rahmet ve mağfiretini esirgemesin, geride kalanlara da sabır versin. FATİH CAMİİNDEN TİMURTAŞ HOCAYI UĞURLARKEN İstanbul 5Temmuz 1982- Saat 23:15 Pazartesi öğle namazını Fatih Camii'nde kıldık. Aşina çehreler iki elin parmakları kadardı. Ama cemaat camii doldurmuştu. Demek, ben biganelerden imişim. Kabaklı Hoca dua edip kalktı. Üç dört saf arkada ben de kalktım. Kalabalıkta ne ben onu aradım ne de o beni gördü.Büyük küçüğü arar mı ki? Fatih türbesinin yanında musalla üzerindeki Timurtaş Hoca'nın naşının bulunduğu tabut son yolculuk için talkın verilmeyi ve helalleşmeyi, namaz-ı cenaze için bekliyordu. Adem Erim adı ile maruf, gür sesli bir imam Hocamız hakkında konuştu. Onun Cumartesi sabah vakti, ayağa destekle kalktığını Fatih müezzininin ezanını dinledikten sonra şehadet getirerek ruhunu teslim ettiğini veciz sözlerle ifade etti. Ben bilhassa imamın "Bir alim değil giden sadece, bir alem gidiyor"mealindeki hadis yorumundan duygulandım, düşünceye daldım. "Er kişi niyetine" kıldım namazı. Otobüsle Edirnekapı şehitliğine gittik. Arkadaşları, talebeleri toprağını attılar, su ile serinlettiler. Kur'an okundu.Yasin dinlendi. Fatihalarla cemaat yavaş yavaş gruplar halinde dağıldı. Merhum Hoca yeni alemiyle başbaşa bırakıldı. Ramazan-ı Şerif'in 10. gününde öldü hoca. Allah rahmet eylesin. Bize de ecel erdikte, hayırlısını nasip etsin. Gözümüz arkada kalmasın ya Rabbi. Bunca gafletimizi affettirecek fırsatlar ve zamanlar bulacak bir ömür bahşeyle bütün mumin kullarına. *** 33.YAŞIN EŞİĞİNDE DUYGULAR. 15 Ocak 1984-1985 Tarih doğru ise bugün 33 yaşıma giriyorum. 33 ve 40 sevdiğim rakamlar arasında.Biz de 99 ile 111. inşallah nasip olur. Zor ama hayali güzel. 3 çocuk babası, 9 yıllık evli, 11 yıllık Edebiyat Öğretmeni, 33 yaşında, kendince bir çok tecrübe yaşamış genç bir adam. İç dünyamı ne kadar tanıdığımı bilemem. Ancak durulmaya başladığımın farkındayım. Demek ki, çocukluğumun yalnızlık ve hasretleri bir yana yaklaşık bir nesillik zamanı 20 yıl kadar kaynamakla, bugüne varmakla geçirdim. "Isınmakla" demek belki daha uygun olur. Hayat ve kader daha kimbilir ne odunlar atacak ocağıma yahut ne karlar yağacak bacadan. Allah ocağıma incir diktirmesin de.Rıza-yi ilahi, en hayırlısı ne ise boynumuz kıldan incedir.. Uyarız. Çoluk-çocuk yeter ki ezilmesin.Kendimi ilk hatırladığım zamanlarda 5 yaşlarında kadardım. İlk tanıdığım kadın , babaannemdi. Ona galiba "anne"diyordum. Annem bulunduğum evde yani babamın çatısı altında değildi. Sonradan duyduğuma göre ben 2 yaşında iken "annemin özel tedavi mecburiyeti için baba evine dönmesi sebebiyle" ayrılmışlardı. Bu durumdan onlardan çok benim zarar gördüğüm açıktı. Koca evde iki ihtiyar, bir genç amca ve sessiz düşünceli bir baba ortasında tek çocuk. Dedem beni çok severdi. Öğünürdü. Sonra sokaktaki oyunlar.Traktör arkasında kuyulu tarlaya gidişimiz, "uçan yılandan motor altına saklanan şoför amcamın hikayesi", kiraz ağaçlarıyla dolu bir bağda komşumuz Habiblerin yetişkin kızlarının bekar emmim hatırına bana iltifatları." ".Münevver, merdivenden iniver" türküsüyle birlikte hatırladığım bir başka komşu evinin iki sokak ötede yarı baygın ve hasta bir yaşlı kadının dizinde uyuyup kendime geldiğim, annesiz kucağa hasret, sevgiye susamış beş yaşında öksüzce duygularım. " Yağ yağ yağmur teknede hamur / Ver ver Allah'ım ver bolca yağmur" bağırışları arasında bir komşu evinde çocuklarla birlikte bir sinide yediğimiz yağı, tuzu, sıcaklığı hala damağımda lezzetli bulgur pilavı.Fenerbahçe'yi kimbilir hangi sebeple savunmaya başladığım ilk spor taraftarlığım.Yeni ayakkabımla sokak başında kurumla, yarı utangaç, yarı mağrur, ellerim cebimde, yeni urbalar peşinde giyinme, beğenilme heveslerim. Çarşıdan eve ucunu ısırarak getirdiğim somun.Eski, kerpiçten, çamur sıvalı Zile evleri.Kokusu burnumda sokaklar. Askerden dönen emmimle gururlanarak beraber yattığım şefkate doymamış çocukluğum gözlerimin önüne gelip gelip gidiyor. Amcam iyi adamdı..Demek ki beni koruyor seviyordu. Başka türlü nasıl onun varlığı hoşuma gidebilirdi? Çocuğun en iyi anladığı dil: Sevgi.Yıllar sonraya bile o kalıyor. Fakat herhalde disiplinli, nizamlı bir sevgi.Ninem dindar idi. Çeşmeye giderken bile sıkıca örtünür, adeta üçgen bir pencereden tek gözünü ancak gösterirdi. Dedem onu "sofu" diye çağırırdı. "Dedesinin torunu" diye sevdiği ben, tek küçüktüm ve üstelik annesizdim. Meğer bu günlerde annem Amasya'da "keklik dağlarda çağıldar, yavrum yavrum diye ağlar" der durur, akşamları sular sararırken "gün batar, kuşlar döner; dönmez bu yoldan beklenen "nağmelerini mırıldanır yavrusunun hasretiyle sessiz, için için ağlarmış. Dedem beni bir kere lokantaya götürdü. Lokantayı yeri değişmemişse şimdi bile gider bulurum. "Türlü" yemiştim. O gün bugün tadı damağımdadır. Türlüyü hala o zevkle severim. Kim bilir neden? Lezzete hasret miydim ne? Sonra babam.Sessiz, düşünceli, zaman zaman asabi.Onu ilk hatırladığım anı bulamıyorum. Galiba bir münakaşa ortasında: Dedem, amcam ve babam. Hepsi birbirine kızıyordu. Dedem anlaşılan oğullarına karşı sertti. Bir zamanların "Hocası" zengin zahire tüccarı, şimdinin maalesef gergin ve öfkeli adamı haline gelmişti. Hem de 60 yaşlarına doğru. Ne tecelli Allah'ım. Amcam, babamı dedemden ayrılıp birlikte kaçmak için iknaya çalışıyordu. Ama ben vardım ve ne olacaktım? Hem baba o haliyle yalnız bırakılır mıydı? Babam gitmek istemiyordu. Herhalde ninem de sağ idi. Babam annesini severdi. Ana da "sarı, mavi, maçor gözlü", amcama nazaran bu esmer, mazlum ve masum yapılı, tahsili yarım bırakılmış, hevesi kırılıp istikbali söndürülmüş esmer, akılı oğlunu korur ve tercih eder gibiydi. Neyse.Bir yıl daha geçti. Evde huzursuzluk arttı. Dedem hep gergin ve asabi. "Ahmet Hoca" adı "kavgacı" kelimesiyle birlikte anılıyor, Sünni-Alevi ayrılığının derin olduğu Zile'de dedemin arkadaşları artık hem Aleviler hem Sünniler. Malını mülkünü satıp savıyor, harcıyor. Çarşıya gittiğimiz günlerde dedem arkadaşlarına benimle övünüyor, belki de dua bildiğimden bahsediyor. "Dedesini Torunu" nakaratları kulağımda evin yolunu tutuyoruz. Bir kere de beni "Güllüşah ile Aşık Mahzuni " konserine götürmüştü. Tiyatro mu neydi tam hatırlamıyorum. Aykut Sineması olduğu hatırımda. Saati bile 09:30. Bende yıllar sonrasının sinema tiryakiliğini ilk tahriki o saatle başladı demek ki.Kur'an Kursuna da ninemin sahiplenmesiyle yine 5 yaşında gittim. İlk duaları o zaman öğrendim. İlk okula başladığımda epey dua öğrenmiş durumdaydım. Misafir yanında bana okutur, övünürlerdi. Babamla düştüğümüz gurbetlerde de aynı sahneleri yaşadım. Bu 5 yaşım ne dolu geçmiş ki en çok hatırladığım o yıla ait sanki. Herhalde 1957 olsa gerek. Bir seçim meydanı bile hatırlıyorum. Babam sinirlenip duruyordu konuşan adama. Bir ara gazetecilik de yapmış Zile'de. O sıfatla mı oradaydı acaba? O yıl dünyamın bir tarafı yıkıldı. Ninem öldü. Onu anlatabilmek için bir gün düşünüp duygularımı dinlendirmem gerekir. Aklıma Yahya Kemal'in "Nazar" şiirindeki bir iki mısra geliyor: "O zaman evde koptu acı bir vaveyla ; / Odalar, inledi; Leyla Leyla !!" *** 3 Haziran 2017 9. Kadıköy Kitap Günleri'ni merak ederek tarihi Haydarpaşa Garı'nın peronları arasına kurulmuş belki 200'e yakın yayıncının kitaplarını sergilediği bölümleri gezdim. Kalabalıktı fakat çevrede ve çehrelerde Ramazan'dan eser yoktu sanki. Bizim ülkemizin güzel insanlarıydı hepsi ama laikliğin renksiz ve çilesiz yorumu, onları kendi köklerini umursamaz hale getirmiş gibiydi ve bu durum onlar için entel olmanın garip bir göstergesine dönüşmüştü. Lokantalar açıktı ve etrafa kokular yayılıyordu, iki elden biri sigaralı veya suluydu..Kıyıdaki Haydarpaşa Camiinden ikindi ezanı da yükselmese, kendimi bazılarının çok hoşlanacağı Paris'in mütevazı semtlerinden birinde veya herhangi bir sahil kasabasında sayabilirdim. Sevimli çocuklar dışındaki bu güzel insanlar, "sosyal demokrat Avrupalı" Hristiyan romantizminin bile farkında olmayabilirlerdi. Bu onların tercihiydi. "Metal yorgunluğu"ndan da ötede bir yorgunluk, her tarafı sarmışa benziyordu. Kitaplar, birkaç istisna dışında 45-50 yıl öncesini tekrarlayıp duruyordu. Dolaştım dolaştım, sadra şifa birşeyler aradım.Tam son bölüme geldiğimde 150-200 kişilik bir kalabalık oturmuş kürsüye gelecek konuşmacıyı bekliyordu.Ben de oturdum. Konuşmacı Enis Batur'muş. İlk defa dinleyecektim. Beyazlaşmış sakalını dumanlayan sigara eşliğinde, gerçekten güzel bir konuşma yaptı. Beğendim. Türkçesi, dil tartışmalarında kaybettiğimiz zamanı unutturacak kadar temiz, rahat ve düzgündü.Zarif, ironik ve düşündüren bir üslupla bir saate yakın konuştu. Beş altı güzel soruya muhtevalı, nükteli, seviyeli cevaplar verdi. Dinleyenlerin medeniliğine ve doğallığına diyecek yoktu. Benim soru yöneltmem yakışık almazdı. Sanki iki gün evvel 16 şehit vermemiştik. Farklı etnik grupların kitaplarının bulunduğu bölümler ..40-50 yıl öncesinin Marksları, İboları, Denizleri, Yılmazları,,,eski mutena yerlerini koruyordu. Ermeni, Rum ve bilumum gruplara güya yapılan haksızlıklar(!) teselli , özür ve cüret kitaplarına bürünmüştü. Halbuki bu ülke demokrasisinin; cevval, dünya çapında, filozof gibi yol gösterecek fikri ve siyasi sosyal demokrat kadrolarına da ihtiyaç vardi. Meyus ve mükedder adımlarla çıktım. Kulağıma gelen davul zurnanın davetkar sesine doğru ilerledim. Karşıda Sultanahmet ve Ayasofya'nın silüeti, belli belirsiz görünen İstanbul'un ikindi sonrası manzarasını aksettiriyordu.Tek ümit verici sesler ve çehreler; anne babalarının yanıbaşındaki küçük çocuklardaydı..Ve bir de Rıhtıma doğru giden caddenin ortasında yüksek binalar arasında "biz daima varız" der gibi dalgalanan "üç hilal"in verdiği mesajdı. Şairin mısraları kulaklarımda uğulduyor "Ayağa kalk ve sevin, başlar yüksekte" diyordu... Ümit ve temenni ediyorum ki onların 2040 yılındaki 100 milyonluk Türkiyesi, demokratik ses ve renkleriyle daha evrensel daha milli ve daha insani olur. ***