Bu yaşıma gelinceye kadar bir çok seçime katıldım. Seçmen oldum oy kullandım, iki kez Yerel Seçim, bir defa da Genel Seçimde aday oldum, seçim çalışmalarına katıldım. İnanır mısınız, 14 Mayıs’ta yapılacak olan bu seçim kadar adaletsiz, orantısız, insafsız, seviyesiz, kin ve nefret odaklı  bir seçim hatırlamıyorum. Ve tabi ki 100.yaşını kutlamaya hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin onurlu bir vatandaşı olarak bu durumdan müthiş üzüntü duyuyorum. 

Ben ki; 68 kuşağının kaotik ortamına tanıklık etmiş, acılarını yaşamış , vurgununu yemiş bir neslin mensubuyum. Kaç şehit ülküdaşımın cenazesine katılmış , yağmurda karda ,fırtınada boranda, kaç gönüldaşımın tabutuna omuz vermiş, nice yiğidimin toprağını göz yaşlarımla sulamışım. Kardeşin kardeşe düşman olduğu, canına kast ettiği zor yıllardı. Emperyalizmin kirli oyunlarına ve kör kurşunlara kurban verdiğimiz o ülkücü ve devrimci gençlerin varisleri, ne acıdır ki, ancak 12 Eylül faşist darbesinin işkence odalarında ve karma yapılarak tıkıldıkları karanlık koğuşlarda kardeş olduklarının farkına varmışlardı. Amacım eski yaraları kanatmak değil elbette. Tam tersine, o yıllarda bile siyaset adamları ve politik önderlerin üslubunun bu kadar çirkin, ilişkilerinin bu kadar düşmanca olmadığını hatırlatmak istedim. 

O yıllarda sokaklar gergin olsa da, parti liderleri bir televizyon stüdyosunda gayet medeni bir şekilde yan yana oturup tartışabiliyor, engin bir hoşgörüyle el sıkışarak ayrılıyorlardı. O günleri hasretle aramıyor musunuz? Ama bugüne baktığımızda gördüğümüz zehirli bir dil, kavgadan ve gerginlikten beslenen söylemler, ötekileştirme ve kamplaştırma, düşmanlık ve ayrıştırma! Özellikle AKP’nin başat olduğu iktidar cenahı, sürekli olarak hakaret, karalama, iftira, itibarsızlaştırma stratejisiyle demokrasimizin gelişme sürecine de büyük zararlar vermiştir. Millet iradesinin temsilcisi Meclis adeta devre dışı bırakılmış, bütün kararları tek adam almaya başlamıştır. Bu sistem Afrika ve Orta Doğu’daki sömürge ülkeleri için belki kabul edilebilir ama bedeller ödeyerek geliştirmeye çalıştığımız demokrasimiz ve geleneklerimiz açısından bize uygun değildir. Atatürk’ün  Türkiyesi, Sudan, Filistin, Libya, BAE, Katar, Afganistan, Suudi Arabistan’a benzemez, Irak, İran gibi olamaz, Suriyeli’leşemez. Biz İslam dünyasının demokrasi ile idare edilen tek ülkesiyiz. 

“ Kazanmak için her yol mübahtır.” düşüncesi Makyavel için geçerli olabilir ama Muhammed’ül Emin (güvenilen insan)sıfatıyla anılan bir peygamberin ümmetiyle nasıl bağdaştırılabilir?  Bir Cumhurbaşkanı cami bahçesinde siyasete yelken açıp, muhalif düşünce sahiplerini yuhalatabilir mi? “Yuhalamak da yetmez, onları siyasi mevta yapmaya hazır mısınız?” diyerek propaganda yapabilir mi? Helal gıda, helal giyim, helal banka için hassas olanların, helal siyaset alanında da aynı hassasiyeti taşıması gerekmiyor mu?  Ne Cumhurbaşkanı, ne de Bakanlar için seçim yasakları işlemiyor. Diğer adaylar iban no’su ile vatandaşlardan maddi yardım talep ederken, bunlar devletin bütün imkanlarını, TV kanallarını sınırsız biçimde sonuna kadar kullanabiliyor. AKP’ nin A’sındaki Adalet anlayışı buysa, hangi partiye mensup olursanız olun, bu eşitsizliği vicdanınıza kabul ettirebilir misiniz?  

“Okula, kışlaya, camiye siyaset girmemeli!” prensibi ile büyüdük biz. Rahmetli Erbakan da ; “İmam Hatipler bizim arka bahçemizdir.” demişti bir zamanlar. Bir devlet adamı böyle bir ayrımcılık yapabilir mi okullar ve çocuklarımız arasında? O zaman da ürpermiştim. Ama şimdiki manzara beni dehşete düşürüyor. Din ile siyaset hiç bu kadar iç içe olmamıştı. Bireyler inanç tercihlerinde özgürdür, ama devletin laiklik şemsiyesiyle bütün inançlara eşit ve adil davranmak gibi yasal bir yükümlülüğü vardır. Belli bir mezhebi, bir tarikat veya bir cemaati, bazı vakıf adı altındaki dernekleri veya okulları  önceleyen, arkalayan, kayıran bir zihniyet ne Kur’an’ın, ne de adil bir devlet düzeninin temsilcisi olabilir mi? “Gezi olaylarında, camiye sığınanlar bira içti” haberleri manşet olmuştu haberlerde. Bizzat cami müezzini yalanladı bunu; “Asla öyle bir şey olmadı. Ben yalan söyleyemem.” diyerek. Sayın Erdoğan, “Bunlar Diyanet’i kapatacakmışlar” diye şikayet ediyor Sultan Ahmet Cami bahçesindeki kalabalığa. CHP ; “ Yalan bu. Diyanet’i biz kurduk. Onu kapatmaya kimsenin gücü yetmez!” diye açıklama yapsa da kendi kitlesi Erdoğan’ı alkışlamaya devam ediyor. Vicdanlarında bir sorgulama yok. 80 sene öncesinin yanlışlarına atıf yapılarak bugüne siyaset üretmek ne kadar gerçekçidir? Demek ki kendi seçmenini ancak bu şekilde yanında tutabiliyor artık. Ekonomi felç, kurlar başıbozuk, paramız pul, işsizlik devasa, dış borçlar ürkütücü, konut ve kira astronomik, eğitim ziyan, kayırmaya devam. Yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar konusunda bir soruşturma var mıdır? Ülkenin dağ gibi sorunları varken, bunların çözümünü  tartışmıyor siyaset allameleri. Asgari ücret gucuk, Hukuk zaten guguk, üniversiteler dilsiz, çiftçiler yorgun ve gönülsüz, şehirler harabe, depremzedeler öksüz. 

 Erdoğan seccade ve baş örtüsünü konuşmaya devam ediyor. Bir tükenişin can simidi olabilir mi bunlar? Zannetmiyorum. AKP artık yeni bir şey söyleyemiyor, yeni bir hikaye yazamıyor. Farkındaysanız muhalefetin vaatlerini önce dalga geçerek eleştiriyor, sonra küçümseyerek itibarsızlaştırıyor, en sonunda kendi programına dahil edip, meydanlarda halka müjde olarak anlatmaya başlıyor. Oysa Akp  yıllardır projeleriyle öncelik alır, muhalefet ona laf yetiştirmeye çalışırdı. Bugün tam tersi yaşanıyor. Cumhurbaşkanı aslında teşhisi herkesten önce koymuş, bunu metal ve mental yorgunluk olarak tanımlamış, bazı Bakanları değiştirmişti. Bu seçimde bütün Bakanları milletvekili listelerine yazdığına göre, sanıyorum tamamını değiştirmenin bir zorunluluk olduğunu kendisi de kabul etmiş durumda. O da seçimi kazanabilirse. Ama ne yaparsa yapsın oylardaki erime devam ediyor. Anket sonuçlarına bakarak da bunu görebiliyoruz. Millet artık DEĞİŞİM istiyor. 

Sözün özü; birbirimizi düşmanlaştırmadan da siyaset mümkündür. Her şeye rağmen kazanmak yerine, sadece hakka, hukuka saygı göstererek, hak ederek kazanmayı düşünmeliyiz. Haram kazançlar mutlu etmez insanı. “Ya söyleyecek bir sözü olmalı insanın, ya da susacak edebi.” der Mevlana. Kimseyi hor hakir görmeyelim. Yaratılanı sevelim, Yaradan’dan ötürü. İlla edep, illa edep. Bay Bay Kemal yerine Kemal Bey, Bebecan yerine Ali Babacan, sürtük yerine Hanımefendi, illet zillet yerine Muhteremler demeyi denersek, inanın yarınlar bugünden daha güzel olacak. Size söz, herkesin gönlüne yeni baharlar gelecek. İnsan, en çok severken insandır çünkü. Sevelim, sevilelim diyor koca Yunus, bu dünya kimseye kalmaz.