Yaşadığımız şehrin yıllar önce çekilmiş fotoğrafları hangimizin ilgisini çekmez ki?

Doğup büyüdüğümüz şehre ait bir fotoğraf karesini gördüğümüzde, içimizde yoğunlaşan hüzün karışık duygularla onlara bakarız hemen. O fotoğraflara dalarak kendi geçmişimize döner, hatıralarımızın acı tatlı anlarında buruk bir özlemle hemhâl oluruz.

Yasadığımız anın içerisinde ise değişimi ve değişimin getirdiği yıkımları ve yeni yapımları görürürüz. Bazen kaybettiğimiz binalara, manzaralara üzülür, bazen de yenilenen ve gelişen şehrin manzarasına bakar, nereden nereye geldiğimizle övünürüz.

Dönelim bugüne, bugünün Tekirdağ’ına bakalım: Tahribattan son anda kurtarılmış ve onarılmış birkaç konağın dışında bu şehrin sivil mimarisine örnek teşkil edecek ne bir mahalle ne de bir yaşama alanı kalmış! Arasak ara sokaklarda bulabilir miyiz? Her taraf bina, her taraf araba, sokaklar işgal altında âdeta… Yürüyemiyoruz!

Her şeyin rant ve meblağla anlam kazanmaya başlandığı günden beri şehirler yaşanabilir mekânlar olmaktan çıktı. Şehir artık insanca yaşamanın ötesinde ticari bir metaya dönüşüverdi. Onların rakamsal değeri, sahip olan kişiyi payelendirmeye ve yüceltmeye yönelen bir algıya dönüştü ne yazık ki…

İnsanlar duyar, düşünür, hisseder, dinler. Yaşadığımız şehirde düşünür, dinler, hisseder aslında. Hiç düşündünüz mü? Mesela Tekirdağ, düşlemez mi, düşünmez mi, hissetmez mi sizi? Süleymanpaşa sahilinde düşünür, Heybetli Ganos sırtlarındaki ağaçların yaprak seslerini hisseder, Rüstem Paşa Camii’nin estetiği matematikle birleştiren eşsizliğine hayran kalır, yıkılmaz bilinen bereketli topraklarında nice Mehmet SEREZ’ler canlanır da yaşlar süzülmez mi gözlerinizden?

Binlerce yıllık tarihin süzgecinden gelen esintileri hissedebiliyor musunuz Tekirdağ’da. Yeter ki isteyin. Nitekim şehirler de ruh taşır insanlar gibi. Dokunulmaz, görünmez ama her ayrıntısında hissedilir bu ruh. Tek boyutlu, tek renkli yapılar yığınını aşamayan şehirler, ruhsuz kalır. Ruhsuz kalan her canlı gibi her türlü kirlilik gelişir, huzur kaybolur, dinginliğin sesi duyulmaz.

Şehir, bütün ayrıntılarıyla insanların duygularına, duygusallığına hitap etmeyi unutmamalı. Çünkü şehir de bir bütündür insan gibi.

Üzerinde taşıdığı insanları yedirir, barındırır, korur. Bununla da kalmaz. Çünkü temel ihtiyaçlarımız arasında sevgi yer alır. Evet, şehir barındırdıklarına sevgi sunmalı, nice Mehmet SEREZ'ler yetiştirmeli bağrında, iyi hisseden kişilere mekân olmalı. Daha iyiye ulaşmaları için insanları zorlamalı, yarışmalı onlarla şehir. Küskünlere kucak açmalı, ötekiler için ‘biz’ mekânı olabilmeli. Misafirlerini el üstünde tutabilmeli; çünkü yaşayanlar misafirleridir şehirlerin.

Bu şehir sırtını düne yaslayıp, gözlerini istikbalin aydınlığına ayarlayamadığı sürece, hayıflanmaların, kaybetmelerin acısını sanıyorum aşamaz.