​​​​​​​BİR ÖĞRETMENİN HATIRALARI ARASINDA…

HANGİ YARIN? / 26.11.2000

Yarın öğle üzeri hâlim nice olacak telaşındayım birkaç saattir. Hayatımda hiç eksik olmayan sınavlardan, mihnetlerden biri. Ramazan’ın ilk günü nasıl bir haldir onu da tadacağım.Büyük ihtimalle filozofça bir tavır içinde, süklüm büklüm sanki dünyanın bir yanı üzerime yıkılmış gibi  mahzun ve üzgün kendi âlemime çekileceğim. Ta gelecek yıl bu vakte kadar, ama bir yıl daha yaşlanarak. Keşke birileri beni daha erken uyandırsalardı. Ah bu başkasından beklemek yok mu! Fakat biz kendimiz uyumuyoruz ki uyutuluyoruz. Beyin ve vücut uyumak zorunda kalıyor. Nihayet uyanışımız da irademiz dışında.Eğer istenilmeseydi uyanamayabilirdik. Allah’tan hayırlısı ne ise  o olsun. Allah gönlümü ve zihnimi ferah eylesin. Hep istediğim, güzellikler ve o güler yüzler.

NE HALDESİN EY GÖNÜL? / 25.1.2001

Bu başlık değişmese de olur..Başlık, yazısız kaldıktan on hafta sonra Allah beni ve oğlumu ölümden koruyan bir tehlikeyle yüz yüze getirdi. 29 Ocak akşamı 19.45’te kanlar içinde acil servise yetiştirildiğimizde neler olabileceğini bilmiyordum.Bütün sükûnetime rağmen endişe edilecek derecede kan kaybetmiş olmak beni hayli düşündürmüştü.Oğlum ne haldeydi? Telaşa kapılmasını istemiyordum.İğneler,dikişler,tentürdiyot,gazlı bez, ilaçlar, serumlar, jandarma, polis, ifadeler ve Engin Ömeroğlu kardeşimizin sade bir asalet ve efendilikle  bizim için her yere koşturması sonucunda önemli sıkıntıları aştık. Arayan, soran, dostlar, öğrenciler, eşim ve çocuklarımın gelmeleri ve nihayet dördüncü gün eve dönüş, dinlenme, yıkanma ve toparlanmadan  sonra -gönül burkuntuları daima eskisi gibi- fakat şeklen düzelme ümitleri  içinde asıl huzur  yerim olan -40 yıldır böyle-okula dönüş…

ÖLDÜĞÜMDE KABRİM, OKUL YÖNÜNDE, YAMAÇTA OLSUN/ 20 Şubat 2001

Bu bir hasretin ifadesidir. Diyorum ki “Âh keşke ölmesem.!” Öldükten sonra kabrim benim için ne ifade eder ki? Bakalım, ruh maddi bir mekân isteğinde midir? Kimbilir bedenimi terk eden ruhum nerelerde sebat eyleyecek? Hangi diyarlara ne için uçup  gidecek? Var mı bilen? Ey gönlüm yanılma, aldanma! Gerçek dost yok yok yok! Dürüstlük yok, samimiyet yok, incelik yok, derinlik yok, zarafet yok! Bunca yıl aradın buldun mu? Küsecek miyim hayata ve insanlara? Hayır, olanı olduğu gibi kabul ederim, insiyatifi kaptırmadan, kimseye fazla  müdahale etmeden, sabırla, ölçüyle… Daima planlı, inançlı, nazik, hoşgörülü, hazırlıklı, şaşırmadan araştırıcı, tedbirli, sabah uyanık, yatmadan önce muhasebeci ve murakıp, insanlara hayırlı, günahlarının farkında, sevaplara hevesli bir hayat.. Allah’tan hayırlısı olsun inşallah…

GİTMEKLE KALMAK ARASI  / 1 Mart 2001

Ben daima  mert ve vefalı bir insan  olmaya çalıştım. Kalleşlik ve nankörlük, kabalık ve yüzsüzlük, arsızlık ve utanmazlık daima çekindiğim ve rahatsız olduğum durumlar oldu. Alçakgönüllü oldum, birileri zavallı olduğumu zannettiler; kibar oldum, mecbur kaldığımı, ihtiyacım olduğunu  düşündüler. Halbuki bu benim tabii yapımdı. Hem yaradılışımda vardı  hem de yıllar içinde kendime öğretmiştim. Sabırlı davrandım, çekiniyor sandılar. Sineye çektim, korktuğumu düşündüler. Sustum, geri çekildim. Kaçtım beladan, çamurdan, âfetten kaçar gibi, kimbilir neler geldi akılcıklarına. Ah Allah’ım, sağ kolum gene uyuşup gidiyor. Rahmetli hocanın da son zamanlarda sağ kolu uyuşuyormuş. Ben daha 50 yaşında bile  değilim. Hayatın tadını- o da neyse- alamadan gidersem, kalanlara selam olsun…

NELER OLUYOR? / 28 Mart 2001

15 Mart akşamı tepetakla gittim. Vebali bana ait olmayan bir bunalımı canımla ödeyecekken yine Allah korudu, kolum dirsekten çıktı; kırıldı sanırken filmlerde bir şey olmadığı-şimdilik-anlaşıldı. On gün alçıda kaldı, şimdi askıda.. Kırk gün içinde iyileşmesini bekliyorum. 25 Nisan’da inşallah iyice kendime gelirim. Fakat Mayıs sonu da gelse yüz sinirlerim düzeleceğe benzemiyor. Onlardaki kalıcı olacak. Geçen Cuma Adapazarı’nda adak kurbanı keserek öğrencilere verdim. Allah kabul etsin. Bundan böyle kendimi daha yakından gözeterek sağlığıma sahip çıkmam gerekiyor. Sahte dünyanın hakiki görüntüler vermesini beklemekten vazgeçmeli, bundan sonraki hayatımı sakin, dünyaya ibret nazarıyla bakan bir sabırla götürmeliyim. Allah yar ve yardımcım olsun.

KABAKLI HOCA’NIN VEFATINDAN BERİ / 20 Mayıs 2001

Hoca öleli beri Vakıf’ın tadı yok. Yerine başkan olan  Servet Bey, emaneti kucakladı, ama Hoca’nın üslubu, nezaketi, heyecanı, etrafına toplayan cazibesi başka imiş. Galiba kıymetini bilemedik. Gitmeyecek sandık. Kendimizi bile öyle sanıyoruz. Hoca için hazırlanan özel sayı renkli tam kendisinin de hoşuna gidebilecek güzellikte oldu. Sağlığında onunla ihtilafa girenler şimdi ayrı telden çalıyorlar. Bu insanoğlunu anlamak na-mümkün. İnsanlar yeni durumlara nasıl da çabuk intibak ediveriyorlar? Hoca adını, eserlerini bıraktı, gitti. Hep bir mücadelenin içindeydi. Kendince gerçekleri arıyor ve yazıyordu, anlatıyordu. Akıllı ve çalışkan bir adamdı ve insanları nasıl değerlendireceğini  de iyi biliyordu. Mesafe koymanın da samimiyetin de ustasıydı.

AMCA BABA YARISIDIR / 20 Mayıs 2001

Bu sabah yedide kalktım. Herkes uyuduğu için tekrar yattım. O iki saatlik sabah uykusunda rahmetli  amcam Salih Ergüzel’i rüyamda gördüm. Bizim eve ziyarete gelmiş, orta koltukta oturuyordu. Hasretle üç defa sarıldık. Bana sitemli sözler söyledi. Yıllar önce babamı da rüyamda görmüştüm. Amcamın yüzü o kadar net seçiliyordu ki hayret ettim. Sanki ölmemiş gibiydi. Bu rüya nasıl bir hal? Gerçek olduğunu zannettim, gerçek olmasını istedim. Fakat uyandım ki rüyaymış. Şimdi de gerçek sanıyoruz hayatımızı. Acaba ölünce ruhumuz, dünyada yaşadıklarını rüya mı sanacak? Yoksa gerçek, ruhun sükûn bulduğu bir âlemde mi? Nedir bu dünyada yalanlarla, hilelerle oyalandığımız Rabbim ?

YARIM ASIRLIK OLUNCA / 15 Ocak 2002

Sular duruluyor, heyecanlar azalıyor. Hesaplar, telaşlar eski tesirini kaybediyor. Çocukça davranışlar yerini sakin ve ibretli tavırlara terk ediyor. İddialar bırakılıyor, laf dokunduranlara kızılmıyor. Üzerinize gelenlere ve tahrik edenlere daha ihtiyatla yaklaşılıyor. Sağlık ciddi tehlikeler yaşamaya başlıyor. Kendinizi öbür tarafa daha yakın hissetmeye başlıyorsunuz. Büyük kayıplar ve büyük kazançlar sizi derinden etkilemiyor, titizliğiniz azalıyor, hoşgörünüz artıyor. En pahalı yerde bulunma imkânınız olduğu halde çeyrek bir simit veya küçük bir meyvalı şeker sizi memnun edebiliyor. Yakınlarınıza, arkadaşlarınıza birşeyler almak, ısmarlamak için ince hesaplar yapmak gerekmiyor. Yıllar önce sizin için hayal olan bir alış veriş birkaç saatlik kararınızla  gün içinde gerçekleşiveriyor. Keşke çeyrek asır önceye gidebilseydim 1977’de Ocak ayında 7 aylık olan ilk oğlumu bugünkü olgunluğum ve dünyayı tanıma duygularımla gezdirip sevebilseydim. Bugüne şükür. Allah bu günü aratmasın.

DOÇENTLERE ÇOK İMRENİRDİM / 7 Temmuz 2002

Otuz sene önce üniversite yıllarımda rahmetli hocalarımız; Ergin, Hacıeminoğlu, Akün, Karamanlıoğlu, Eröz, Güngör, Doksat... hep doçent idiler. Yazdıkları, anlattıkları çok hoşuma gider, ünvanları ile şahsiyetleri arasında münasebet kurar, onları kendime örnek alırdım. Yıllar geçti…Bir yığın hata yaptım. İlim yokuşunda hızım kesildi. Vazgeçmedim. Allah’ın yardımıyla önce doktorluk, sonra yardımcı doçentlik ve nihayet doçentlik nasip oldu. Allah’a sonsuz şükür secdelerim var dır. Okumak, öğrenmek benim için hep zevk ve hayatın gayesi oldu. Hele öğretmek ve sınıflarda bunun tadını çıkarmak,  Yaradan’ın bana en büyük lütfudur. 5 Haziran 2002 Çarşamba günü yarım asırlık bir adam olarak ulaşabildiğim  bu noktada, Allah utandırmaz inşallah…

HAYATIN TADI / 25.11.2002

İki ay kadar evvel (23 Eylül’de) hayatımda ilk defa ciddi bir ameliyat geçirdim .8-9 ay oyalamaya, ertelemeye çalıştım. Kış ortasından bahara, yaza geldim ama hazanı atlatamadım. Bıçağın altına yattık. Hem sağ hem sol tarafımdan bir fıtık ameliyatı ile öbür tarafa gitme  denemesi yaptık. Doktorlarım, hocaları Prof. Cumhur Bey’in nezaretinde esmer güzeli  Tebessüm Hanımla Manukyan’dı. 2-3 saat kadar kendimde değildim. Günlerce ağrılar, sızılar içinde kaldım. Yine de hareketten, çalışmaktan vazgeçmedim. Bu arada seçimler oldu. Millet kendisini anlamayanlara sert bir ders verdi. Tek parti iktidarı ve tek parti muhalefeti getirdi. Hayırlısı olsun.

YİNE DURGUN SULARDA  / 3 Haziran 2004

18 ay susacak ne vardı? 2003 yılı arada kaybolup gitmiş. Bu arada çam denizine bakan, önceki mezar -mecazen ziyaret yeri- evinin iki misli büyüklüğünde, yeni bir dünya kabri aldığını duyduk. Eyice, hoşça mısın? Haftalarca bu yer üstü kabristanında  parlak cilalar, süslü eşyalarla  uğraşıp durmuşsun. Gezmediğin dükkân, uğramadığın eşyacı  kalmamış… İyice, hoşça mısın? Dünya hep aynı dünya mıdır? Yeni araban da olmuş, eskisinin yüzüne bakmıyormuşsun. Sen böyle değildin. Sana neler oldu? Hayatında neler değişti? Değişmesi mi gerekiyordu? İşimiz hep değişmek midir? Duyduk ki dedelerinin yaşadığı yerlere yakın gezmelere  gidecekmişsin. Yurt dışı dedikleri  yerleri sen de tanıyacakmışsın. İçindeki seyahatleri bırakmışsın. Kalabalık, karışık, aldırışsız, karışmasız, umursamaz bir hayatın varmış. Bunlar doğru olamaz. Sen yorgun bir adam olmuşsun. Allah seni şaşırtmasın, sık görüşelim.

DÜNYA HALİ / 14 Haziran 2004

Dedikleri nasıl bir haldir? Dünyaya ait ne varsa onlarla hemhal olmadır. Kendini unuturcasına dünyaya kapılıp gitmektir. Kapılmamak elde midir? Değildir…Dünya denilen âfet, mıknatıstan beterdir. Ona meftun olanlar dil-hûn olurlar da kızılcık şerbeti içtiklerini sanırlar. Dünyanın cazibesi nedendir? İnsanların yaratılışındadır, dünya nimetlerinin külfetlere katlandıracak kadar zalim ve aldatıcı olmasındandır. Aldanmak nasıl olmaktadır? İnsanoğlu sürekli bir aldanış içindedir. Önce kendi kendine güvende aldanır. Hiç ölmeyeceğini sanır. Halbuki doğumundan itibaren her an ölmektedir. Yarını bekler, bugünü öldürür durur.

NASILSIN HOCA? / 3 Kasım 2004

Dört aydır koşturup duruyorsun. İzmir’den Kuşadası, Bodrum, Marmaris, Fethiye derken  hızını alamadın. Romanya-Köstence, Bulgaristan yoluyla da  görmediğin Lüleburgaz, Babaeski güzergâhından Dersaadet’e döndün, ayağının tozuyla Ankara’ya gittin, sempozyumlar düzenledin, konuşmalar yaptın, yeni binaya taşındın, derslere başladın. Bu gezmeler sende yeni yerler görme arzusunu daha da artırdı. Uçağa binmeyi de öğrendin. Hadi hayırlısı. Nasip olursa sağlığın elverirse her yıl bir başka diyara gidilebilir. Bu arada büyük ve ortanca oğlun doktora çizgisindelermiş. Ortanca kendine araba almış. Küçük, mastır tezi hazırlıyormuş. Anneleri emekli olmak niyetinde  imiş. Dede olmanı hazırlayacak şartlar henüz oluşmamış. Haydi hayırlısı…

TUNA KIYILARINDA /  03.11.2004

İki ay evvel mesai arkadaşım, can arkadaşım, sağ kolum Engin Ömeroğlu Bey’le beraber Romanya’ya gittik. Köstence-Ovidius Üniversitesi’nde, üç haftalığına, Türk Dili seminerleri için davetliydik. İkimiz de ilk defa yurtdışına çıkıyorduk ve ilk defa uçağa binecektik. İlklerin heyecanı içindeydik. Uçağa binmek ve dokuz bin metre yukardan yeryüzünü haritaya bakar gibi seyretmek  muhteşemdi. Bulutlar altımızdaydı, gökyüzü aşağılara inmişti ve biz hâlâ yükseliyorduk. Dağlar, ovalar, denizler, nehirler oyuncak gibi küçük resimler halinde görünüyordu. Ya bir de düşseydik, parçamız bile kalmazdı. Ayaklarımız yerden kesilmiş, ne kelime! Demir kuşun kanadında uçuyorduk. Demir kuş bir saat sonra şehirler aşarak alçalmaya başladı. Keşke yolculuk bitmeseydi. Ne çabuk da gelivermiştik. Bükreş havaalanına indik, valizlerimizi aldık. Araba aradık, bizi arayan, bekleyen olmadığını görünce garip bir telaşa düştük. Türkçe’yi kaybetmiştik, Türkçesiz kalmıştık. Derdimizi nasıl anlatacaktık. Engin, kırık dökük İngilizcesiyle  bir korsan taksi buldu. Kilolu bir delikanlının eski arabasına koca bavulları  sıkıştırıp bindik, doğru gara gittik. Yarım saate yakın bir sürede Bükreş’i aşıp gara ulaştığımızda tren gitmişti. Naçar bir başka taksiyle Köstence minibüslerinin  kalktığı yere gittik. Gece 9:30’a kadar  bekledik, nihayet üç saatlik bir yolculuktan sonra gece yarısı hiç tanımadığımız  Constanta’da idik. Bir taksiye bizi Ovidius Üniversitesine götürmesini söyledik. Çat kapı, gecenin ötelerinde yurt binası bekçisinden bir oda anahtarı alıp uykuya daldık. İlk defa vatandan ayrı bir gece…Sabah Kâfiristan’da uyanmıştık. Ezan yoktu, bayrak yoktu, ses bayrağımız Türkçe yoktu. İyi ki Engin vardı.Ya yalnız olsaydım ne yapardım. Sabah kendimize muhatap aradık. Prof. Enver Mahmut’u ararken Prof. Eden Mahmud’u bulduk. Bizi rektörle görüştürdü. Yarım saat kadar rektörle karşılıklı iltifatlarla, Türk-Roman dostluğunu anlatan diplomatik sözlerle yüklü  bir sohbet yaptık. Bize deniz kenarında Aurora Otelinde bir oda hazırlattılar. Orada 3 hafta kaldık. Seminer vereceğimiz fakülteye  yürüyerek 15 dakikada gidebiliyorduk. Hava güzeldi, her taraf yeşillikti. Romanya’nın en güzel yerlerinden biri olduğu belliydi. Yaz sonları sonbahar başları  hoş bir mevsimdeydik. Karadeniz, sahil boyunca 5-6 kilometre uzayıp gidiyordu. Cıvıl cıvıl bir kalabalık sabahlara kadar gezip eğleniyordu. İlk üç gün çarpılmış gibi her değişik  halden etkilendik. Şehri gezdik. Geniş yollar, apartmanlar, teleferik, Süt gölü, çarşılar, kiliseler ve garip Osmanlı Camisi Hünkâr’ın duvardaki tuğrasına takılı mahzun gözlerimde yaşlar…