Eskiden alışveriş vesilesiyle, bir davete katılmak niyetiyle veya güzel bir hafta sonu yaşamak amacıyla İstanbul’a gelir, ertesi gün Uzunköprü’ye dönerdik.

Eskiden alışveriş vesilesiyle, bir davete katılmak niyetiyle veya güzel bir hafta sonu yaşamak amacıyla İstanbul’a gelir, ertesi gün Uzunköprü’ye dönerdik. Gençtik o yıllarda. Bedenen yorulmadığımız gibi ruhen de mutlu olurduk. Eğitimlerine İstanbul’da devam eden çocuklarımla beraber biz de İstanbullu olduk. Şimdilerde trafik tersine döndü. Artık bazı hafta sonları Uzunköprü’ye gidip geliyoruz. Üniversiteyi de bu şehirde okuduğum için İstanbul benim Mehlika Sultan’ımdır. Ülkemin neredeyse bütün şehirlerini gezdim, düzenlediğimiz turlarla Avrupa’nın birçok kentini gördüm. Eşi benzeri yok diyorum. Belki de o cazibesi nedeniyle “Dersaadet” diye anılmış Osmanlı döneminde. Mutluluk Kapısı yani. Bizim bütün zevksizliğimize ve yıllardır bitmeyen hoyratlığımıza rağmen o güzelliklerini yaşatmaya devam ediyor.O açıdan baktığımda, İstanbul’da doğup büyüyen, onun kültürel mirasını özümseyerek, bir ömrü nezaket ve zarafet içinde yaşayan insanlar ne kadar şanslıdır diye düşünürüm. 

Yakın bir geçmişte, rahmetli İbrahim Metin ağabey için düzenlenen anma toplantısında sözlerime başlarken; “Eski bir İstanbullu,yeni Üsküdarlı Ahmet hoca “ diye tanıtmıştım kendimi. Ayağımın biri bir pergelin ucu gibi Uzunköprü’de olmak kaydıyla elbette. Ecdadımın Balkanlar’da kurduğu ilk şehir olan ve dünyanın en uzun taş köprüsünden ismini alan tarihi ilçem doğduğum ve doyduğum şehirdir ve ilk göz ağrımdır. Baba dedemin  kabri Silistre’de olsa da, annem babam dahil akrabalarımın ,cana minnet bildiğim arkadaşlarımın, sevdiğim sayısız insanın mezarları burada.İstanbul’un fethinde büyük katkıları olan II.Murat’ın damadı,Fatih’in eniştesi Gazi Turhan Bey ve bir çok akıncının mezarları da bu şehirdedir.Yani bir anlamda Edirne ile İstanbul muhteşem geçmişin acı ve tatlı hatıralarıyla ruh ikizi gibidir. 

Ben yetiştiğim dönem itibarıyla şanslı sayılırım. Üniversitede dünya çapında tanınmış çok sayıda hocamız vardı. Türkoloji alanında hepsi de birbirinden değerliydi. Bugün hesabı kitabı iyi yapılmadan, akademik kadroları hazırlanmadan, neredeyse her ile, her ilçeye bir üniversite, bir yüksekokul açıldı. Ama sonuç ortadadır.  

Bizim kuşak bırakın mezun olmayı, emekli olalı yıllar oldu.” Genç Edebiyatçılar” diye bir  WhatsApp gurubu kurmuş arkadaşlar. O sayede yıllar sonra İstanbul’un değişik mekanlarında ayda bir defa bir araya geliyor,eski günlerimizi yadediyoruz. Şairler var, ressamlar, yazarlar var aramızda. Özellikle İstanbullu olanlar ve burada yaşayanlar taşradakilere göre çok şanslı. Niye mi? Çünkü İstanbul sadece üniversiteler kenti değil,aynı zamanda bir sanat ve kültür merkezi. Sayamadığım kadar tiyatro, bir o kadar sinema, neredeyse haftanın her günü veya gecesinde ya bir müzik şöleni ya da bir edebiyat sohbeti. Kitap fuarları ve belediyelerin sanat etkinlikleri ayrı bir coşku. 

Bunlardan mahrum yaşadı taşradakiler. Belki o nedenle mesleğimize sadece bir ekmek kapısı olarak baktık,sanatkar yönümüzü geliştiremedik. Yetmezmiş gibi zamanı Öğretmenevi’nde veya bir semt kahvehanesinin yeşil çuha örtülerinin altında ziyan ettik. Daha da kötüsü; siyasi mahfillerin Donkişotları olmayı tercih edip, belanın ve çilenin prangalarına esir olduk. Yaşadık bunları yalan yok. Bizim nesil bu kaderin zehirli aşıyla bitkindir bugün, sağ sol ayırımı yapmadan söylüyorum bunu. 

Bulunduğum şehirlerde elbette karınca kararınca güzel işlere de imza attık. Biga ve Uzunköprü’de iki yerel gazetenin yayın hayatına başlamasında emeğim olduğu gibi, birçok gazetede 1000’den fazla makale yazdım. Okullarda tiyatro faaliyetinin en ateşli teşvikçisi oldum. Düzenlediğimiz konferanslarda çok sayıda ilim adamı,sanatçı ve akademisyeni Uzunköprü’de ağırlayıp, halkımla buluşturdum. Ama hepsi çok yorucu ve oyalayıcıydı. Bunca uğraşa rağmen, ne mezuniyet tezimi (Falih Rıfkı Atay’ın Tanin’deki İlk Yazıları) , ne de makalelerimi kitaplaştıramadım. Keşki bu yorgunlukların yerine babamların , yani Balkan göçmenlerinin dramını anlatan eserlere yoğunlaşsaymışım diye hayıflanırım zaman zaman. Sayın Sabriye Cemboluk bu konudaki tesellimdir ama Romanya muhacirlerinin ıstıraplı serüvenini de canlı tanıklar hayattayken ben anlatmalıydım.  Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. 

Neyse artık İstanbul’dayım ve Türkoloji sınıfı ile, kadim dostlarımla birlikteyim. Sanatın ve kültürün başkentindeyim. Daha öğreneceğim o kadar çok şey var ki! En yakın etkinlik rahmetli hocam Prof.Dr.Faruk Kadri Timurtaş’ın Birlik Vakfı’ndaki anma programı ve İpsalalı kardeşim yönetmen Erkan Kızıltan’ın öğrencilerinin sahne alacağı Anton Çehov’un Ayı isimli tiyatro oyunu olacak. Hoşça kalın.