Nurcan BALIBEY

Karanlık bir gece, karalar giyip çalıdan çitin dibine gizlendi. İçinde sakladığı yaralara bir yenisini ekleyecek ve bunu da kimselere diyemeyecekti. Yıllar sonra komşu kapısının önünden geçerken Necbe* yanında oğlu Feyim'le* durdu komşusuna selam verip hatır sormak istedi. "Urola Habbeabu ?* diye seslendi. Komşusu Habbe kocaman bakır leğenin başında çevresine sabun köpükleri saça saça çamaşır yıkıyordu. Onları fark edince terli yüzü tatlı tatlı gülümsedi. Delikanlının, boyu posu değilse bile, el kol hareketleri, gülüşü bakışıyla kocasını hatırlatıyordu Habbe'ye. Bu topraklara göç eden Pomak Halkı tarafından kurulun köyde yaşayan ailenin biricik kızıydı Necbe*. Büyükköy'dü adı. Eskiden köyde sinema vardı ve her gece doluyordu. Necbe'nin bir kış akşamı komşu kızlarla sinemaya gittiği bir gece eve döndüğünde anne, babasını tüten soba dumanından zehirlenmiş buldu. Onlar ölünce sahipsiz kaldı. Evin avlusunda kurulu küçük ağılda az sayıda bakıp yetiştirdiği kuzuları vardı. Derdini, kederini onlarla paylaşırdı. Bazen de yüksek dağlardan doğup köyün hemen arkasından geçen, içi çeşitli balığın yüzdüğü nehrin kıyısına giderdi, kucağında kuzusu, elinde oltası balık tutarken bir yandan da içindeki sıkıntıları nehrin akışına bırakırdı. Delikanlı Feyim'in babası, köye kurulan yağ fabrikasında çalışmaya gelen şehirli mühendisti. Yüz kırk yıldır bu topraklarda yaşayan köylüler, seksen yıl önce dünyanın en verimli topraklarında ayçiçeği, şeker pancarı, mısır, pirinç tarlalarında çalışıp sonrasında, Ergene nehrinin kenarında kadınlı erkekli piknik yaparlardı. Yemyeşil çayırların halı gibi örttüğü merada çocuklar oynar, çayırlarında yuvarlanırdı. Neredeyse bütün çocuklar birbirleriyle güreş tutardı. Ne de olsa güreş onların ata sporuydu, daha ilkokul çağında başlardı antrenmanları. Köyün gençlerinden okuyan çoktu; Doktor, Pilot, Polis, Albay olanlar da vardı. İçlerinden biri siyasi tarih alanında doktora yapıp köye dönmüştü. Annesi mahallede gururla "oğlum doktor oldu" diye anlatınca, evleri misafirle dolmuş. Gelen kadınlardan biri: "Iyy maa kıskardaş* böbrekleemden iç uyuyamadım gene bu aaşam, sizin kızan beni bi maayana etseye" diyerek derdine derman aramıştı. Bir de, "Neden hep erkek tarafını çektin " diye düğünde fotoğrafçıya bilenecek kadar herkesin işine karışan... Karışanın olmadığı günler, çocukların nehirde don gömlek yüzmelerine kimse engel olamazdı. Merada yapılan piknikten sonra erkekler kahvelere, kadınlarsa evlerine döner, ağırda ineği olanlar yemlerini verir sütünü sağardı. Öyküyü şu an yazarken gözümde nehrin akışı, burnumda tüten çocukluğumun kokusu. Bir aralık ayının amansız havasında: Sanki sular dünya üzerinden henüz çekilmiş gibi, sokaklar çamur içinde; Tattirivan'ın* tepesine dev bir kertenkele dikilmiş gibi duran 4 metrelik metal görüntü kimseyi şaşırtmıyor bugün. Duman yumuşak kara bir serpintiyle bacalardan aşağı çöküyor, kurum taneleri-sanki güneşin ölümü yüzünden matem elbiselerine bürünmüş- lapa lapa yağan kar taneleri kadar büyük. Çamura bulanmış köpeklerin hepsi birbirinin aynı. Merada otlayan sığırlar onlardan hallice; boğazlarına kadar batmışlar. Nehirden, şehrin içine bıraktığı pisliklerle yayılan zehirli koku, mutfaklara sızıyor. İpe serili beyaz çarşafların üzerine damlayan; En çok da yaşlıların gözlerine ve gırtlaklarına yapışan sisin içinde, Mimar Sinan'ın kurduğu muhteşem abide köprünün üzerinden tek tük geçen insanlar, korka korka sisten ibaret alçak bir gökyüzüne bakıyor; sanki puslu bulutlar arasında asılıymışlar gibi her tarafları sisle çevrili. Sokakların çeşitli yerlerinde lambaları sisin içinde ölgün yanıyor, tıpkı çiftçiyle yamağının süngersi tarlalardan gördüğü güneş gibi. Dükkanların çoğunun ışıkları vaktinden iki saat önce yakılmış gibi bitkin ve isteksiz görüntüsü. Bu kirlilik insanları en çok da çocukları ve kadınları nehrin kıyısındaki hayattan uzaklaştırıyor, diye düşünürken öyküye dönüyorum: Mühendis, tatil günlerinde kavalını alıp nehir kıyısında çalmayı seviyordu, gizliden sevdiği Pomak kızını takip etmeyi de. Bir gün Pomak kızı Necbe'yi garip bir halde nehre bakarken görünce, niyetinin kötü olduğunu anladı. Tam sesleneceği sırada kız kendini sulara bıraktı. Elindeki kavalı bırakarak can hırlaş bir halde suya atladı. Çekip çıkardı kızı kurtardı. Soru sormadan bir süre güneşin altında kurumayı beklerken bir anda kavalı bıraktığı yerden aldı, bildiği bir ezgiyi çalmaya başladı. Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda Elinde bir besli kuzu hem kucağında Doğru söyle göçmen kızı Annen var mıdır? Ne annem var ne babam var Kalmışam öksüz Sen bir öksüz ben bir garip Alayım seni Alayımda kollarımda Sarayım seni O gün tanış oldular. Kısa zaman sonra da evlenip, yedi ay sonra erkek çocuk sahibi. Feyim'in komşu kızı; neşesi, saflığı, güzelliği, toyluğu ve düşleriyle diğerlerine benzemeyen, çalıdan çitli evde yaşıyordu Ava* annesi Abbe ile. Daha bir yaşındayken babasız kalmıştı Ava. Annesi kızına pekte laf geçiremiyordu. Ne zaman sokağa çıkacak olsa, daracık, kısacık giyiniyor, hoplaya hoplaya yürüyor, savrulan etekleri altındaki bembeyaz bacakları sütun bibi sokaktaki oğlanların dikkatini çekiyordu. Büyükköy 'de dikkat çekse ne olurdu. Onun hayalleri şehre göre kuruluydu. Salınırken sokakta, birden yanında bir otomobil kornasını çalarak durdu. "Ne haber Necbe? Gezelim mi biraz?" "İlahi Feyim Abi, sen miydin?" "Başka kim olabilir kız. Bu köyde benim gibi araba aydayan var mı?" "Ne bileyim işte?" "Hadi gel, bin arabaya, önemli bir konuda konuşacaklarım var seninle" dedi, uzanıp kapıyı açtı. Necbe arabaya binince kapıyı çekti. Ohh dünya vardı. Zenginler gerçekten de biliyorlardı canlarının kıymetini! "Lafı dolandırmadan, benimle evlenmeni isteyeceğim. Hanımefendi yapacağım seni. Köye apartman dikeceğim! Seni de içine gelin edeceğim. Ne dersin?" "Olmaz tabii, Abi bildim ben seni" "Abi deme bana ne abisi? Olur olur annemle gelip isteyeceğim bak!" Fabrikanın yeni müdürünün şoförüydü. Ölen müdür, doğduğu günden beri pek severdi Feyim'i yedi-sekiz yaşlarındayken bir gün elinde birkaç limon yanına çağırdı "Gel bakalım sen artık delikanlı oldun" diyerek aynanın karşısına götürdü. Limonları enine kesip eline sıktı, ardından Feyim'in saçına sürerek şekil verdi, taradı. O zamana kadar saçları hep düz ve aynı modeldi. O gün aynadaki haline bakınca, kendini tanıyamamış gülmüştü. Daha o yaşlarda "delikanlı"lık unvanını veren müdür amcası belli ki bu dünyadan gitmeden önce çarçabuk Fehim'i adam etmeye çalışıyordu. Feyim şehirli giyinen sırası geldiğinde ütülü gömlek pantolon giyen bir gençti. Yüzü akça pakçaydı. Köyün kavruk erkelerine benzemiyordu. O günde, Ava'yı arabasına aldığında saçları yana taranmış, limonla da şekil vermişti. Ava, içinde yaşadığı kapalı toplumdan sıyrılmak isteyen bir genç kızın haklı sıkıntısını yaşıyordu; ancak bu yaşamdan kurtulabilmek için donanımsız ve hazırlıksızdı. Mesleksiz ve eğitimsizdi. Kaçmak istediği toplumdan bir erkeğin yardımıyla kurtulabileceğini sanıyordu. Bunun tek yolunun da zengin bir koca bulup evlenmekle olacağına inanıyordu. Kendisinden yaşça da büyük olsa istediği yaşam koşullarını sunabilecek bir erkekle evlenmeye hazırdı. Uzun zamandır daha serbest bir hayat yaşayabileceği şehir düşleri kuruyordu. Feyim annesine Ava'yı beğendiğini onu almak istediğini söyledi. Annesi dehşetle karşı çıktı. Büyük bir günahın girdabına kapılmışçasına gerçeği nasıl anlatacağı düşüncesiyle çırpındı durdu. Daha o doğmadan önce köyde çalkalanan bir takım söylentiden gece yarısından sonra köylüler sokağa çıkamaz oldu. Bin yıl öncesinden aktarılan esrarengiz bir varlık Bocuk'un* beyazlar içinde 'insan' suretinde köyde görüldüğü söylentisi yayılınca herkes evine kapandı. Habbe o günlerde ne zaman beyaz çarşaf yıkayıp ipe serse akşam olmadan toplamaya kalktığında çarşafı yerinde bulamaz, suçu komşuna atardı; ' tarana ovalayacak a, sercek üstüne ohh temiz temiz kurutacak' diye içinden söylenir, gidip sen mi aldın demeye de çekinirdi. Oğlunun Ava ile evlenme isteği karşısında Necbe'nin yüzünden geçmişin kederli gri gölgesi geçti. Köyün yakışıklı çapkın güvenilmez adamı, anasının gözü, her takıldığı kadından iş alan Abbe'nin kocasıydı. Onu da tatlı sözleriyle, şehirli olma hayalleri kurduğu ışıltılı düşleri kullanarak ayarttı. Adam karısının ipe serdiği beyaz çarşafı alıp saklıyor, gece yarısı olunca da bedenine sarıyor, yüzünü de kömür tozuyla boyuyordu. Sonra da mahallede dost tuttuğu, gözüne kestirdiği yalnız kadınların evlerine giriyordu. Evine girdiklerinden biri de Necbe idi. Karısını boşayıp şehre göçeceğini, orada onu hanımefendiler gibi yaşatacağını söylüyordu. Necbe genç ve tecrübesizdi, bu erkeğe daha fazla karşı koyamadı. Ateşle barut bir araya geldiğinde ne yaşanırsa onu yaşadı. Kadınların her koşulda bir erkeğe mecbur olmasının sonuçlarını ne kadar acı olursa olsun yaşayacağını az çok tahmin edebiliyordu da bu kadarı aklına gelmedi. Hamile kaldı. Durumu müjdelerken ufacık burnunun kanatları titredi, yüzüne tokat gibi çarpan sözlerle; "Ne malum benden olduğu" diyen adamın karşısında gözleri doldu. Kendi halinde tek başına kuzularıyla yaşayıp giderken, ' lafları ağızlarında paldır küldür konuşan insanlar dedikodularıyla infazımı gerçekleştirecek' diye düşündü. Onlardan önce bunu kendi yapmaya karar verdi. O niyetle iki canlı bedenini Ergene'nin sularına bıraktığında onu kurtaran adamın merhameti ve şefkatiyle oğlu Feyim'i büyüttü. Mühendis kocası bazen işle ilgili uzak şehirlere gittiğinde hamile bırakıp sonra da çocuğu kabul etmeyen yüzsüz adam, yine beyaz çarşafa sarınıp, gizlice eve giriyor ve zorla sahip olmayı sürdürüyordu. Gece karanlıktı, kara çarşafını giydi. Çarşaf kapağının içine odunluktan aldığı baltayı sakladı, yürüdü usulca Habbe'lerin eve yaklaştı. Avluda ışık olduğunu görünce yandaki hulisaya* saptı. Işığın sönmesini bekledi. Işık sönünce gidip çalıdan çitin dibine gizlendi. Adamın kahvede olduğunu biliyordu, evine gelmesini bekledi. Gece yarısı olmadan gelen adamın kafasına baltayı çaktı. O an midesi bulandı, gözü karardı yine de onu hiçbir şey bu adamı yok etmekten alıkoyamazdı. Gözlerini kapatarak, yumruklarını sıktı, derin bir nefes aldı. Sonra yanında getirdiği beyaz çarşafa ölü adama sardı. Yüzünü açıkta bıraktı. Cansız bedenini avlu kapısına dayayıp oradan uzaklaştı. *Habbeabu- Habibe abla *Feyim-Fehim *Necbe-Necibe *Hulisa-İki komşu duvar arasındaki dar ve kısa sokak *Tattirivan- köydeki bayırlı tepe