Söz verdiğim gibi yine sizlerleyim. Yurdun başka bir köşesine sanal seyahatimizi gerçekleştirmek üzere yola çıkmaya hazır mısınız?

Merhaba sevgili okurlarım, ORDU/ PERŞEMBE Eşim İbrahim'le 2018'de çıktığımız yurtiçi turumuzun ikinci haftası gece vakti Fatsa' ya varınca, Uygulama Oteli'nde konakladık. Sabah kahvaltı etmeden otelden ayrıldık ve bir yakınımıza daha önceden verdiğimiz sözü yerine getirmek için uğramak istedik. Kendisi damadımız Tayfun Kalafat'ın ağabeyi Tahir abi, neredeyse her yaz Tekirdağ'a gelirler. Bu arada, "Tayfun Kalafat kim?" derseniz; Tekirdağspor'un yeni Teknik Direktörü, bizim kardeşimiz görümcemin eşi. Bu hafta Çarşamba günü yapılacak maç öncesi de Tekirdağspor' a başarı dileklerimi gönderiyorum. Tayfun Hoca, Perşembe'de başlıyor spor hayatına daha sonra Orduspor' da da oynuyor ve 1990 - 1991 yıllarında Tekirdağ'a geliyor. Tahir abinin evi Ordu merkezde. Kahve içer, kalkarız sanıyorduk. Öyle sahiplendiler ki. Pembe Yenge ve Tahir Abi, çevreyi gezdirip rehberlik etmeye gönüllü oldu. Hep birlikte onların aracına binerek yola çıktık; önce doğdukları köye götürdüler, deniz kenarında şimdiki adı Mersin mahallesi ilçeye 8 km Ordu merkeze 23 km uzaklıkta. Orada, incir ağacının dalından topladığımız incirlerin lezzetinden bahsetmesem mi acaba! Kışın ortasında evlerinizde kısıtlıyken bunu yaparsam bana kızarsınız diye düşünüyorum. Şaka şaka! Tahir abi öğretmen, güzel güzel anlatıyor. "Mahallede bir cami ve 2008 yılında öğrenci yetersizliğinden dolayı kapandığını söyledikleri bir okul var. Yıllarca üretim yaptıktan sonra 20 sene önce kapatılmış halı dokuma atölyesi, iki bakkal ve iki kahvehanesi var. Mahallelinin geçim kaynağı fındık ve balık. Perşembe'nin birkaç balıkçı barınağından birisi de bu mahallede." 17. Yüzyıl Osmanlı Gezgini Evliye Çelebi'nin, deniz yoluyla Perşembe açıklarından geçerken aldığı notlarda şöyle diyor; "Deryaya doğru on mil çıkmış bir sivri burun. Dağlarında mamur ve neşeli Rum köyleri vardı. Bunlarda Canik toprağında bereketli köylerdir. Bu burnu geçip Kuzey tarafından Vona kalesine geldik. Vona, Ceneviz Frenklerinin binasıdır. Canik Sancağı hükmünde Subaşılık'tır. Kalesi yuvarlak eski bir kaledir. Halkı ekseriya Rum ve Tuna Türkleridir. Pek ileri gelenleri yok. Burası güzel demir tutan bir liman, Fatih zamanında Osmanlılara geçti." Diye bahsediyor. Evliye Çelebi'nin Rum köyleri diye bahsettiği halkı aslında Hıristiyanlık dinine mensup değil; Sivas, Kayseri yöreleri gibi Anadolu'nun iç bölgelerinden gelenlere, 'Rum' denildiği içinmiş. Bunu sonradan öğreniyorum. Evliya Çelebi'nin anlattığı Vona, yani bugünkü adıyla Perşembe ilçe merkezinin kuzey girişinde bulunan Kışlaönü balıkçı barınağı ile Çamburnu, Kalecik denilen bir set üzerinde. Geniş bir kavis çizen tarihi limana hakim bir yerde. Karadeniz'in hırçın zamanında bile sakin olan denizi dolayısı ile Evliya Çelebi, " Gemilerin demir bırakmadan yatması mümkündür" sözünü, burası için söylemiş. Biz doyumsuz manzaranın seyrindeyken, Tahir abi, anlatmaya devam ediyor: "İlçemiz 2012 yılında SAKİN ŞEHİR unvanı aldı. Şehirlerin doğal dokusunu, yaşam tarzını standartlaştırmak amacı ile 1999'da İtalya'da ortaya çıkmış bir BİRLİK, Belediyeler Birliği Hareketi olarak da biliniyor. Sembolü de SALYANGOZ. Bu unvanı o, BİRLİK verdi." Derken, gülüyor. Gülerken onu görmelisiniz! Göbeği, ağzından önce gülüyor. Tahir abi, 70 küsur yaşıyla genç kalmış, esprili kişiliğiyle tam bir Karadenizli. SAKİN ŞEHİR kavramı içeriğinde, çevreye ve insana zararlı olmayan alternatif ve yenilenebilir enerji kaynaklarının teşvik edilmesini, yerel üreticilerin desteklemesini ve ürünlerini satabilecekleri merkezlerin oluşturulmasını sağlıyormuş. "Şehrin otantik kimliğine, esnafa ve halkına sahip çıkarak bunu sonraki kuşaklarla paylaşmak, geleneksel el sanatları ile meşgul olanların dükkan yerlerinin korunmasını, araçların giremeyeceği, insanların oturabilecekleri yerleri oluşturmak, her türlü kirliliği azaltmak, motorlu taşıtlar yerine bisiklet gibi gezi araçlarının yaygınlaşmasını sağlamak için alt yapıyı oluşturmak, organik besinlerin üretimi ve tüketimine katkı sağlayan her türlü önlemi almak. Yerel halkı sürece dahil etmek ve Sakin Şehir bilincini oluşturmak bu birliğin amacı." Diye anlatırken, konuya o kadar hakim olduğunu görmek bizi şaşırtıyor. Yaklaşık bir saat geçirdiğimiz Mersin mahallesinden ayrılıp; kahvaltı edeceğimiz Saklı Bahçe denilen buranın çok bilinen cennet gibi yerine geldik. Karadeniz'in ünlü lezzetleriyle donatılan masamızda bolca içilen çaydan, sonra İbrahim'in özçekim ile ölümsüzleştirdiği anın ardından yörenin en önemli ziyaret noktası olan Yasonburnu'na geldik. Tahir abi, buranın 1. Derece Arkeolojik, 2. Derece doğal SİT alanı olduğundan bahsetti. Buranın bir diğer adı da Kiremitburnu imiş. Dünya çapında ünlü olan Argonot Efsanesinden geçen önemli yerlerden biri de burasıymış. Efsane kısaca şöyle; Altın postlu koyunlar, tanrılar ve yarı tanrılarla dolu bu efsanenin düşsel unsurlarını kimse gerçek olarak kabul edemez. Ancak araştırmacılar, hikayenin Akdeniz'den Karadeniz'e geçen eski Yunan denizcilerinin ilk deniz seferlerinde elde edilen coğrafi bilgileri içerdiğini söylüyor. İsveçli yazar Erıch Von DANIKEN Argonatikanın tanrılar ve tanrıların oğullarından meydana gelmiş bir gurup olduğunu ve kendi yaptıkları gemiyle kısa sürelerle bir yerden bir yere ulaşarak seyahat ettiklerini. Altın postu almak için verdikleri mücadeleyi anlatır. Yazar bunun bir uzay gemisi olduğunu iddia eder ve gemi mürettebatını dünyaya gelmiş tanrı diye adlandırılan uzaylılar olduğunu anlatır. Tahir abi, Yasonburnu'ndaki kilise 1868 yöre sakinleri olan Rum ahali tarafından yapılmış. Civarın en büyük ayin yapılan mabetlerinden olduğunu söylüyor. Dışarıdan bakınca yalnız ve küsmüş bir heybetli yapı gibi duruyor. Ancak çevresi, yemyeşil kadifemsi otlarla halı gibi döşenmiş. Üç yönlü kubbesi, cephesinde kullanılan açık ve koyu renkte taşlar kendiliğinden desen oluşturmuş görünüyor. Kilise, içte iki sıra sütunla üç koridora ayrılmış. Güney ve batıda olmak üzere iki giriş kapısı bulunuyor. Kubbesi Osmanlı mimarisi tarzında yapılmış. Papaz evi de varmış ama yıllar önce yıkılmış olduğu Tahir abinin eşi Pembe yenge söylüyor. Sonra da bana halen duran su kuyusunu gösteriyor. Yıllar içinde harabeye dönüşen kilise 2004 yılında onarılmış. Buradan çıkınca sağ tarafa baktığımda yemyeşil alanın içinde bembeyaz kuğu boynu gibi gündüz gökyüzünü, geceleri de geçen gemileri selamlayan Yasonburnu Deniz Fenerini görüyorum. Önünde poz veren gelin ve damattın eğlenceli sesleri, orada bulunan kalabalığın sesiyle bize kadar ulaşıyor. Tahir abi, "Fenerin olduğu yerdeki kilise kalıntılarını da görmelisiniz" diyor, " antik dönemlere kadar giden derin bir geçmişe sahip," olduğunu da ekliyor. Bu kilise adını Argonat Efsanesinin kahramanlarından Lason'dan almış. Manzarası muhteşem, denizin o derin koyu maviliğiyle büyülenmişken, elime pabuçlarımı alıp yalın ayak yürümek için kendimi denizin koynuna sokulmuş bu kavisli kara parçası yeşilliğinin serinliğine bırakıyorum. Tabi ki bu yetmiyor! Zihnimde o yeşilliğin içinde yuvarlandığımı hayal ediyorum. 'Artık onu da çıkacağımız yayla da yaparım. Şimdilik zihnimde dursun.' Diyorum iç geçirerek. Vakit daha geç olmadan, 'güneşi Boztepe'de batırmaya gidelim' deniyor. Ordu merkezde bulunan teleferiğe binmek için dört adet bilet alıyoruz. Teleferikte yükseldikçe dikkatimi çeken bir şey oluyor, soruyorum: "Uzakta denizin içine sokulmuş uzun kara parçası nedir? Baktığım haritada böyle bir yer yok!" Tahir abi ve Pembe yenge aynı anda cevap vermek isteyince aramızda gülüşmeler oluyor. Orası Ordu hava alanıymış. Yükseldiğimiz nokta tam da 450 metre. Eee, boşuna değil kolaylık olsun diye teleferik konulmuş. Sahilden 530 rakımlı yürüyüş merdiveniyle ulaşılması için 8 kilometre uzunluğunda, 12 bin 500 basamaklı merdiven projesinin hazırda beklediği söyleniyor çay içtiğimiz kafede hizmet eden genç hanım. Tepede restoranlar, kafeler, hediyelik eşya dükkanları, çay bahçeleri ve yamaç paraşütü yapılan bir alanı var. Paraşütle atlamaya içim gitti tabi ki. Ancak İbrahim'i ikna edip oradan atlamam imkansız. Ne kadar sakar olduğumu bildiğinden, "Bir yerlerini kırarsın, olmaz!" Diyor. Eh, bu da benim içimde dert olarak kalacağa benziyor. Dert demişken, değinmeden geçemeyeceğim bir konu var: Şehrimde duyarlı insanlarımızı haklı olarak tedirgin eden, Tekirdağ Merkez ilçemiz Süleymanpaşa' da Ceyport limanının denizi doldurarak 5 katlı bina yüksekliğinde 10 adet kimyasal atık siloları. Daha önce yapılan tüm karşı çıkmalara rağmen dikildi. Halkın sağlığı hiçe sayıldı. Tehlike artarak büyüyor! Tekirdağ deprem bölgesi kimyasal atıkların depolanması burada korkunç olayların yaşanmasına sebep olabilir. Mavi gözlü şehrimizin kör bırakılmasını asla istemeyiz değil mi? Güzel ülkemizin, güzel şehirlerinden biri daha neden, SAKİN ŞEHİR olmasın? Bu üzücü duruma bir çözüm bulunur umuduyla sizlere sağlıklı günler diliyorum. Fotoğrafı çeken Aygül Uzel öğretmenime de teşekkür ederek, müjdeli haberlerle başka bir şehrin güzelliklerine yapacağımız yolculukta buluşmak üzere. Selam, sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. Nurcan BALIBEY, 28.02.2021