Üsküdar Meydanı’nda durakta otobüs bekliyorum. Bekliyoruz yani hep birlikte. Ben Çengelköy’e gideceğim, onlar belki Anadolu Hisarı’na, belki Beykoz’a. Otobüs durakta dinleniyor, kapıları kapalı. Hareket saatini bekliyor besbelli. Şoför kim bilir hangi kuytuda sigara molasında. Bulutlu, yağmurlu, serin günlerden sonra geç kalmanın telaşında sanki bahar. Boğaz’ın kıpır kıpır suları ayna tutuyor sahile zaman zaman.  

Beklemekten yorulursunuz ya bazen. O sabırsızlıkla , belki de oruçlu olmanın yorgunluk ve asabiyetiyle artan homurtular... Hani hiç değilse kapılar açık olsa da içeride oturarak beklesek serzenişleri. Gittikçe uzayan bir kuyruk durakta. Er veya geç, nasıl olsa gelecek kaptan. Sıranın önünde olmanın avantajını kullanacak, istediğim koltuğa oturacak, bakına bakına gideceğim. 

Motorla denizden gitmenin rahatlığı başka tabi ki. Motorlara eşlik eden martıları , bazıları bakımsızlıktan yorgun ve mecalsiz düşse de, dingin koylara sıralanmış  yalıları seyretmek ayrı bir güzellik. Ama bugün değişiklik olsun istedim işte. Bu kadim şehrin hangi semtine gitsem kendimi tarihin büyüleyen güzelliklerine ram olmuş bulurum. Öyle güzelsin ki İstanbul…Nurullah Genç’in “Bahar Buselik” dizeleri beni de “ kabına sığmayan sular” a döndürdü. 

Ne şoför geldi, ne de kapılar açıldı. Kuyruk uzadıkça uzadı. Beklerken zaman da yorulur mu bilmiyorum. Aslında hep güzelliklerin seyridir meramım. Ne güzel dedim, artık itiş kakış olmuyor duraklarda. Ne polis, ne zabıta var. Herkes birbirine saygılı. Son gelen, kuyruğun en sonundaki kişinin arkasında durup bekliyor sırasını. Sıra için ne itiş kakış, ne kavgalar olurdu eskiden. Üstelik bu şehir bunca göçmen almışken.  

Bir martı geçti üstümüzden çığlık çığlığa. Peşinden bir martı daha. Önümdeki kara çarşaflı genç bir bayan hareket saatinin henüz gelmediğini söylüyordu arkamdakilere. Annem de gençliğinde tarlaya giderken kara çarşaf giyerdi. Bir de bazen ilçenin pazarına giderken. Kahverengi manto ve gül kurusu rengindeki pardösü bayramların ve özel günlerin giysisiydi. Sonra çarşafla yer değiştirdi pardösü. Ama babaannem ve anneannemin kara çarşaftan başka bir tercihinin olmadığını biliyorum. Geleneklerine bağlıydı büyüklerimiz. Ama güneşin altında iki büklüm ,kan ter içinde çapa sallayan o cefakar kadınların tercihi neden siyah renk olmuştu bilmiyorum. Güneş ışığını daha çok çektiğini ve bunalttığını bilmelerine rağmen geleneğe mi meydan okuyamadılar acaba? 

Kara çarşaflı kadın gençti ve makyajlıydı. Üstelik İstanbul’da, kalabalıkların içinde yalnız, ama korkusuz. Yanındaki arkadaşı baharı erken karşılayanlardan, beli göbeği meydanda, mini etekli. Kimse başkasının kıyafetini sorgulamıyor. Bu da seküler hayatın bir başka güzelliği değil miydi? Hatta Cübbeli’nin mi, İsmailağa cemaatinin mi mensubudur bilinmez, kara sakallı, yeşil sarıklı, beyaz cübbeli, şeriat donlu müritlerine irşat için gittikleri birahanede mekan sahibinin birer şişe bira ikram etmesi bile ne kadar medenice ve kibarlıkla örülmüş modern bir ironidir. 

Usulcacık yaklaşıp yanımda durdu Hacı’nın biri. Başında örme namaz takkesini arada bir ileri geri oynatıyor, belki de terleyen başını kaşımak istiyordu. Bir tutam beyaz sakalı takkesiyle aynı renkteydi. Bıyıkları epeydir makas yüzü görmemişti. Onun şalvarı gri renkliydi. Güneşin kamaştırdığı gözlerinden birini iyice kısarak ve kocaman göbeğini  kaşıyarak; 

 -Ne zaman gediyor bu araba? diye sorunca cevap vermesem olmazdı. Hacı abi, dedim, epeydir bekliyoruz biz de, herhalde şoför birazdan gelir. Ama kuyruk var. Sıraya geçmen gerekir. Herkes sana bakıyor, laf söylerler üzülürsün, dedim.  

--Ne sırası be, boş ver, diye karşılık verince hayal aynamın sırları birden toz duman, iyi niyetlerim ziyan, gönlüm tarumar oldu. Benim yaşımda bir Müslüman, Saray’a tabi ,sıraya yabani, şeyhine köle ama başkalarının hakkına hukukuna saygısız, bilime düşman, kültüre yabancı. Necip Fazıl’ın şu benzetmesi geldi aklıma; “Kaba softa, ham yobaz!”. Ne Kur'an'a uyuyor davranışları, ne de Peygamber'in sünnetine. Kim inançlı insanları bu pespayeliğe özendiriyor,nasıl bu kadar pervasız olabiliyorlar ki diye sormayacak kadar bilinçli olduğunuzu düşünüyorum. Öyle yetiştiriliyorlar. Cumhuriyetin kazanımlarıyla, Türklükle,Atatürk'le, moderniteyle kan uyuşmazlıkları var. Kural tanımıyorlar.Boş ver diyor adam,ne sırası. Ama siz boş vermeyin. Boş vere boş vere düştük bu hallere. 

Önümüzde iki bayram var, ikisi de milletimiz için birbirinden değerli. Önce Ramazan Bayramı. Allah tuttuğunuz oruçları, kıldığınız namazları, yaptığınız hayırları kabul etsin. Hemen akabinde Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın coşkusunu yaşayacağız. “ Egemenlik kayıtsız ve şartsız Türk Milleti’nindir.” diye haykırarak gök kubbeyi inleteceğiz. Bayramlarınız bayram olsun.